Her şey Medine ile başladı…
O şehre adım attığımda yüreğimde tarif edemediğim bir huzur vardı. Peygamberimizin ayak bastığı topraklara basmak, onun şehrinde nefes almak, onun huzuruna varmak… Kalbimde derin bir sessizlik, gözlerimde mahcup bir hürmetle doluydu.
Mescid-i Nebevî’nin avlusunda otururken, dünyanın telaşı silindi sanki. Vakit yavaşladı, gönlümde başka bir zamana açılan bir kapı aralandı. Peygamber Efendimizin (S.A.V.) hayatı, sözleri, ahlakı gözümün önüne geldi. “O nasıl yaşadıysa, sen de öyle yaşamalısın” diyen bir iç ses yankılandı yüreğimde. Medine, kalbimi terbiye eden bir mektep gibiydi.
Sonra Mekke’ye vardım. Kâbe’yi ilk gördüğüm an… Gözyaşlarımın ne kadar zamandır içimde biriktiğini orada fark ettim. Kalbim titredi. Tüm ağırlıklarımla Rabbimin evine geldiğimi hissettim. Yalın, çaresiz, muhtaç… Ama aynı zamanda umut dolu.
Arafat’ta vakfe, bir hesaplaşmaydı. Geçmişimle, pişmanlıklarımla ve dualarımla yüzleştim. Her gözyaşı bir arınma, her dua bir yakarıştı. O kalabalığın içinde, ne kadar yalnız ve ne kadar anlaşılmış hissettiğimi tarif edemem.
Mina’da taş atarken, içimdeki kibri, öfkeyi, aceleciliği hedef aldım. Taşlar elimden değil, kalbimden çıktı. Her biri nefsime karşı açılmış küçük bir savaş gibiydi. Her adımda biraz daha sadeleştim.
Şimdi döndüm. Ama değişerek döndüm.
Medine’nin sükûneti, Mekke’nin kudreti içimde iz bıraktı. Daha az konuşmak, daha çok hissetmek… Daha az şikâyet, daha çok şükürle yaşamak istiyorum artık.
Rabbime binlerce kez şükrediyorum. Bu yolda yürümeyi bana nasip etti. Şimdi dua ediyorum: Dileyen herkesin kalbine bu yolu yazsın…
Kalbimde hâlâ Medine’nin sabah esintisi, Mekke’nin sıcak rüzgârı esiyor.